Hz. ADEM (a.s.)
İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah'u Teala Hz. Adem'i topraktan (turâbtan) yarattı. (Hud, 11/61;
Taha, 20/55; Nuh, 71/18) Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:
"Sizi (aslınız Adem'i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz." (er-Rum, 30/20)
Allah'u Teala Hz. Adem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hal ve safhalardan geçirmiştir:
1- Türab safhasından sonra "Tîn" safhası:
Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir:
"O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır." (es-Secde, 32/7)
Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.
"Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir." (en-Nur, 24/45)
"O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-soy yapandır. Rabbin her şeye kadirdir." (el-Furkan, 25/54)
Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikal ettirilmiştir. Yine Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Andolsun biz insanı (Adem'i) çamurdan süzülmüş bir hülasadan yarattık." (el-Mü'minun, 23/12) İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülasadan (bir soydan) yaratılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, V, 3056-3059, 3431-3432)
2- Tin-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lazib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenab-ı Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. "Biz onları (asılları olan Adem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık." (es-Saffat, 37/1 1)
3- Hame-i Mesnûn: Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." (el-Hicr, 15/26-28)
Böylece Allahü Teala Adem (a. s.)'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lazib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.
4- Salsal: Kuru çamur demektir.
Cenab-ı Allah kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhar" (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi. "O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır. " (er-Rahman, 55/14, ilgili ayet için bk. Hazin; Elmalılı Hamdi Yazır, a_g.e., VIII, 4669)
Hz. Adem'e Ruh Verilmesi
Cenab-ı Allah Hz. Adem'i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir: "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatim) tamamlayıp ona da ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine iblis' ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (iblis) büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. " (Sad, 38/71-76. Ayrıca bk. el-A'raf, 7/12; el-Hicr, 15/29; es-Secde, 32/8-9)
Cenab-ı Allah böylece Hz. Adem'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış "zira" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. (Kurtubî, Tefsir, XX, 45) Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allahü Teala ona, haydi şu meleklere git, selam ver ve onların selamını nasıl karşıladıklarım dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyyetinin selamlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Adem meleklere: "Es-selamü aleyküm" dedi. Onlar da: "Es-selamu aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler. Adem, insanların büyük atası olduğu için, Cennet'e giren her kişi, Adem'in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Adem'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi. (Buharî, Sahih, IV, 102, Halk-ı Adem, 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 76, Hadis no: 1367)
Hz. Adem'e isimlerin Öğretilmesi
Allah Hz. Adem'i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti, isimlerin dalalet ettiği varlıkları anlama kabiliyeti verdi. "Hani Rabbin bir vakit meleklere:
'Muhakkak ben, yeryüzünde (emirlerimi tebliğ etmeye ve uygulamaya koyacak) bir halife (bir insan) yaratacağım' demişti. (Melekler de): 'Biz seni hamdinle tesbih ve seni ayıplardan, sana ortak koşmaktan ve eksikliklerden tenzih edip dururken orada (yerde) bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse(ler) mi yaratacaksın?' demişlerdi. Allah: 'Sizin bilmeyeceğinizi her halde ben bilirim.' demişti. Allah, Adem'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların dalalet ettikleri alemleri ve eşyayı) meleklere gösterip 'doğrucular iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle beraber bana haber verin' demişti. (Melekler) de: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin, sen demişlerdi." (el-Bakara, 2/30-32)
Bu ayetlerde geçen "halife" vekalet gibi asaletin karşıtı olarak başkasına vekillik etmek, yani az veya çok aslın yerini tutarak, onu temsil etmek demek olan hilafet masdarından türemiş bir sıfattır. İsim olarak kullanılır. Aslı "halif'tir. Sonundaki "ta" harfi mübalağa içindir. Birinin arkasından makamına ve yerine vekalet eden demektir. Bu niyabet (vekalet) ya aslın geçici olarak makamından ayrılması dolayısıyla verilir veya aslın acizliğinden dolayı yardım etmesi için verilir. Yahut bunların hiçbiri olmadığı halde asıl, vekiline sırf bir şeref bahşederek onu yüceltmek için vekalet verir. İşte Cenab-ı Allah'ın arzda evliyasını istihlafı bu kabildendir. (Ragıb el-Isfahanî, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an İstanbul 1986, s. 223; Hamdi Yazır, a.g.e., l, 300)
Cenab-ı Allah: "Yeryüzünde bir halife yaratacağım ve tayin edeceğim." demişti ki; kendi irade ve kudret sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim, o bana izafeten, bana niyabeten yarattıklarım üzerinde birtakım tasarruflara sahip olacak, benim namıma ahkamımı yeryüzünde yürürlüğe koyup uygulayacaktır. O, bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına asıl olarak hükümleri icra edemeyecek ancak benim bir naibim, kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, emirlerimi, kanunlarımı tatbike memur bulunacak sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacaktır. "Verdikleriyle sizi denemek için, yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminki kiminizden derecelerle üstün yapan odur..." (el-En'am, 165) ayetinin sırrı zahir olacaktır. Bu mana, Ashab-ı Kiram ve Tabiîn'den uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özetidir. (Elmalılı, a.g.e., I, 300)
Allahü Teala, Adem'i yeryüzünde halifesi yapacağını meleklerine istişare eder gibi tebliğ etmiş, Adem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Adem ve evladlarının layık olacaklarını Adem ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.
Yüce Allah Adem'i yarattıktan sonra zevcesi Havva'yı onun eğe veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yarattı. (Kitabü Mecmuatün mine't-Tefasir içinde Hazin, II, 3) İbn Mes'ud ve İbn Abbas, "Allah Havva'yı, Adem'i Cennet'e yerleştirdikten sonra yaratmıştır." demişlerdir. (en-Nisa, 4/1; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, XI, 304)
Hz. Adem'in Cennet'e Yerleştirilmesi:
Yüce Allah Adem ve eşine şöyle diyerek, Cennet'e yerleştirdi: "Ve demiştik ki: "Ey Adem, sen ve eşin Cennet'te yerleş, otur. Ondan (Cennet'in yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz. " (el-Bakara, 2/35; el-A'raf, 7/19) "Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet'ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın. " (Taha 20/1 17-1 19)
Hz. Adem ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmiyor. Bu ağacın buğday veya üzüm veyahut da incir olduğu hakkında rivayetler vardır. Biz bu ağacın ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü yüce Allah bu ağacın ismini bize bildirmemiştir. Cenab-ı Hakk Cennet'te Adem'e büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennet'e bu yasak ağaç, yenilmek için değil, insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz "Dünyayı sevmek, her bir günahın başıdır" hadîsinde bu yasak ağacı tayin eden bir dalalet buluyoruz. Demek Hz. Adem o zaman dünya sınırlarına yaklaşmamak emri almış ve bundan bir müddet fıtratının gereği olarak yememiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., l, 323-324).
Daha önce İblis Hz. Adem'in üstünlüğünü çekemeyerek Allah'ın emrine karşı gelmiş, Adem'e secde etmeyip, saygı göstermemiş ve Cennet'ten kovulmuştu. O zaman şeytan'ın Hz. Adem ve evlatlarına musallat olup azdırma imkanı kaldırılmamıştı. Hatta, İblis'e onları günah işlemeye teşvik etme gücü verilmişti. (Bk. el-A'raf, 7/12-18; el-Hicr, 15/32-42) Çünkü Adem'in şeref ve üstünlüğü, nefsine ve şeytana uymamakla gerçekleşecekti. Kendilerine verilen akıl ve irade sebebiyle Adem ve soyu, imtihandan geçecekler, sınanmaları için de peygamberler gönderilecekti.
Vesvese vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı, bir yolunu bularak Cennet'e girebildi. "Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese verdi ve 'Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti' dedi. Bir de onlara, 'Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim' diye yemin etti: İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de "Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti." (el-A'raf 7/20-22) "Bundan sonra Adem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allah'a yalvardılar: Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız, dediler." (el-A'raf, 7/23) "Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. Allah şöyle dedi: 'Dünyada birbirinize düşman olmak üzere her ikiniz de oradan (Cennet'ten) ininiz. Artık benden size bir hidayet (kitap) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa, işte o sapıklığa düşmez ve bedbaht olmaz (ahirette zahmet çekmez). " (Taha, 20/122-123) Böylece Hz. Adem ve Havva ve nesilerinin yeryüzünde yerleşip kalmaları ve burada üreyip geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve gerçekleştirildi. (el-Bakara, 2/3638; el-A'raf, 7/24)
Buharî, Müslim, Ebu Davûd, Neseî ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri bir hadîsinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Adem (a.s.) ile Musa (a.s.)'ın ruhları Rapleri nezdinde münakaşa ettiler ve Adem (a.s.), Musa (a.s.)'ı delil getirerek mağlup etti. Musa (a.s.) dedi ki: "Sen Allah'ın eliyle (kudretiyle) yarattğı ve ruhundan üflediği ve melekleri senin için secde ettirdiği ve Cennet'ine yerleştirdiği Adem'sin. Sonra da sen işlediğin suç sebebiyle insanları yeryüzüne indirdin.' dedi. Bunun üzerine Adem (a.s.) 'Sen Allah'ın peygamberliğine ve konuşmasına seçtiği ve içinde her şeyin açıklaması bulunan (Tevrat) levhalarını verdiği ve münacat edici olarak kendisine yaklaştırdığı Musa'sın. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Tevrat'ı yazdığım gördün?' dedi Musa (a.s.), 'Kırk sene önce' diye cevap verdi. Adem, 'şu halde içinde 've Adem Rabbi'ne isyan etti de...' mealindeki ayeti gördün mü?' dedi. Musa (a.s.) 'Evet, gördüm' dedi. Adem (a.s.) 'Allah'ın beni yaratmasından kırk sene önce işleyeceğimi yazdığı işi işlemem üzerine beni nasıl azarlarsın' dedi. Resulullah (s.a.s.) neticede "Adem hüccet ile Musa'yı mağlup etti" buyurdu. (et-Tac, l, Hadis no: 40) Bundan sonra gelecek hidayet rehberlerine (peygamberlere), iman ederek uyup bağlanacaklar için, korkup üzülecekleri bir şeyin olmadığı ve bunların Cennet'e girecekleri bildirildi, inkar edip kötülük yapanların Cehennem'e girecekleri anlatıldı. (el-Bakara, 2/38-39, 82)
Alimler, Hz. Adem ve eşinin iskan edildiği (yerleştirildiği) Cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Cennet, lügat açısından bağ, bahçe, bahçelik ve bağlık yer manasına gelir. Acaba Hz. Adem'in iskan edildiği bu Cennet, yeryüzünün bağlılık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir? Yoksa dünyadan ayrı ahrette müminlere va'd edilen Cennet midir? Kur'an-ı Kerim'de buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. İslam alimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Adem'in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu Cennet, ahirette müminlere ve iyilik yapanlara va'd edilen, darü's-sevab (mükafat yurdu) olan Cennet'tir. Çünkü:
a) "Cenab-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız." (el-A'raf, 7/24-25; Ayrıca bk. el-Bakara, 2/36) Bu ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir, ilk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konuşu edilebilsin. Eğer Hz. Adem ve Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût'tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Taha suresi 118-119'uncu ayetlerde Hz. Adem'in yerleştiği Cennet'in anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükafat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennet'e aid niteliklerdir. Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Adem'in iskan edildiği Cennet, ahirette müminlere va'dedilen Cennet'tir.
c) Bu "Cennet" lafzının başındaki elif lam (lam-ı ta'rîf) umûm (istiğrak) için değil, ahid içindir. Bu elif lam, umûm ifade ederse Cennetlerin hepsi manasına gelir. Halbuki Hz. Adem'in bütün Cennetlere (bahçelere) yerleşmesi imkansızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar arasında bilinen ve darü's-sevab (mükafat yurdu) olan Cennet'e hamletmek gereklidir. (Alusî, Rühu'l-Meanî, l, 233; Razı, Mefatîhu'l-Gayb, l, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, s. 95 vd.)
d) Yine bazı haberlere göre: Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Adem'i Cennet'te yaratmıştır. (İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm, l, 132.) Hz. Adem île Hz. Musa'nın ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun mealini yukarıda verdik) de bu Cennet'in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.
Ebu'l-Kasım el-Belhî ve Ebü Müslim el-İsfahanî de "Hz. Adem'in yerleştiği Cennet, bahçe manasına olup bu dünyadadır" derler. Bu zatlar ayette geçen "ihbitû" kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar veriyorlar." İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz (el-Bakara, 2/61) gibi. Bu zatlar Hz. Adem'in yerleştiği Cennet'in bu dünyada olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:
1) Eğer Hz. Adem'in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükafat yurdu olan Cennet olsaydı, elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Adem de ebedî kalınacak Cennet'te olduğunu bilir ve şeytan da onu "Rabbiniz size bu ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan olacağınız için yasak etti." (el-A'raf, 7/20) diyerek aldatamazdı.
2) Yüce Allah'ın "Onlar (Cennet'te olanlar) oradan çıkarılacaklar da değildir." (el-Hicr, 15/48) sözünün dalaletiyle Cennet'e giren bir daha oradan çıkmaz.
3) İblis, Hz. Adem için secde etmekten kaçınarak kibirlendiğinden Allah'ın gazab ve lanetine uğramış ve kafir olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet'e giremez.
4) Ahirette müminlere va'd edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Adem'e bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.
5) Allahü Teala "Yeryüzünde bir halife yaratacağım..." (el-Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz. Adem'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-ı Kerim'de böyle önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise Hz. Adem ve eşinin iskan edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak Cennet'ten başka bir Cennet'tir. (Razî, Mefatîhu'lGayb, l, 454)
Hz. Adem'in oturduğu Cennet'in mükafat yurdu olan Cennet olması veya bundan başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve Kur'an'da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse bilemediğine göre, şu Cennet'tir veya bu Cennet'tir diye kestirip atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lazımdır. Nitekim selefi salihîn ve bunlara tabi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Razî, Mefatîru'l-Gayb, 1,s. 455)
Fakat biz burada hemen şunu kaydedelim: Hz. Adem ve eşinin iskan edildiği Cennet'in mükafat yurdu olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca Cennet'e girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak girmekle mukîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) mi'rac gecesi Cennet'e girmiş ve çıkmıştır. Hz. Adem'in Cennet'ten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.
Hz. Adem'in Peygamberliği
Hz. Adem ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Hz. Adem yeryüzüne indirildikten sonra, Cenab-ı Allah insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva'dan türetmiştir. Allahü Teala bu hakikati Nisa suresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor: "Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Adem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının... " (en-Nisa, 4/2) Bir hadîs-i şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Allah'u Teala Adem'i (a.s.) yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler." (Tirmizî, Tefsir, 3). Bu hadisi Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.
Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenab-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemal yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenab-ı Hakk peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler Cennet'e girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en layık olan zat, Allahü Teala'nın doğrudan doğruya vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Adem'di.
Hz. Adem'in peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalalet eden Kur'an ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir peygamber yoktu. Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla olup başka bir vasıta ile değildir. Kur'an'da geçen Hz. Adem'in iki oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi (el-Maide, 5/27) Hz. Adem'e vahiy ile bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Adem'in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için "Istafâ" (Ali İmran, 3/33) kelimesi ile "İctebâ" (Taha, 20/122) kelimeleri kullanılıyor. Kur'an'da diğer peygamberler için de ıstıfâ' ve ictibâ' kelimelerinden müştak kelimeler kullanılıyor. (el-A'raf, 7/144; el-Bakara, 2/130; el-Hac, 22/75; Sâd, 38/47; en-Nahl, 16/121; Ali İmran, 3/79; Yusuf, 12/6; el-En'am, 6/87; eş-Şûra, 42/13; el-Kalem, 68/50) Öyle ise Hz. Adem de peygamberdir. Hz. Adem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu Ümame (ö. 81/700) rivayet ediyor "Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize 'Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): "Adem'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasulullah o, Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), "Evet o mükellem bir Nebî (Allah'ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi." dedi." (Ahmed b. Hanbel, V, 265)
Diğer bir hadîste de Kıyamet gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Adem'in de bir peygamber olarak, Hz. Resulullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî, II, 202) Hz. Adem'in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir. (Teftazanî, Şerhu'l-Akaid, s. 62; Devvanî, Celal, s. 71; Aliyyü'lKarî, Şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, 101)
Hz. Adem'in evladları onun irşadı ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkamı ondan öğrenmişlerdir. Ebu İdris el-Havlanî'nin, Ebu Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Adem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir. (Abdurrahman Hubneke'l-Meydanî, el-Akidetü'lİslamiyye ve Usüsuha, II, 260)
İnsanların dinden ayrılarak ihtilaf etmeleri, hak dinin izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Adem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Şu ayet bu hakikati ifade eder: "İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar ihtilaf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak peygamberler gönderdi..." (el-Bakara,2/213)
Yukarıda gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Adem'i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekamülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini isbat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.
Tekamül nazariyesi bilim ve akıl nazarında muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır: Gözlenen bütün tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından planlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makina sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı başında olan bir alim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.
Madde atıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atalet prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizamı yoktur (ve la havle ve la kuvvete illa billah). Akıllı ve şuurlu birisi tarafından planlı düzenli bir makina sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Mesela nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkansızdır. Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü atıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plan işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında dağılıp gider.
Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar muhal ve imkansızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir;
1- Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.
2- Otomobilin çalışması için nasıl petrol lazımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.
3- Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kainatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekasına rağmen insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir sistemin mutlaka akıllı alim ve bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen, hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah'tır.
İnsanla hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.
Buna göre tekamül nazariyesi (Darwinizm) muhaldir (imkansızdır).
Darwinizme inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekamül ederek meydana gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?" (et-Tûr, 52/32)
Hz. İDRİS (a.s.)
Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biri. Peygamberler silsilesininin ikinci halkasında bulunan İdris (a.s.) Kur'an-ı Kerîm'de adı geçmeyen Şit (a.s)'den sonra peygamber olmuştur.
İdris (a.s) rivayetlere göre, beyaz tenli uzun boylu, geniş göğüslü, gür sakallı idi. Yürürken adımını kısa atar, önüne bakarak yürürdü. İlk kez astronomi ve hesap ilmini, geçmiş zamanların ilimlerini öğrenen İdris (a.s)'dır.
Hz. İdris kavmini putlara tapmaktan şeytana ve Kabiloğullarına tarafgir olmaktan alıkoymuş, kendisine inanan az bir toplulukla Kabiloğullarıyla savaşmış ve onların bir çoğunu esir almıştır (bk. İbnu'l-Esir, el-Kamil, l, 62, 63). Hz. Peygamber (s.a.s) Miraç gecesinde semada Hz. İdris ile karşılaşmış, Cebrail (a.s)'a "bu kimdir" diye sormuş. Cebrail (a.s) "Bu İdris (a.s)'dır. Ona selam ver" deyince, Hz. Peygamber ona selam vermiştir. Hz. İdris selama mukabele ederek "hoş geldin safa geldin salih kardeş salih peygamber" diyerek hayır dua etmiştir (Buharî, Enbiya, 5).
Kur'an-ı Kerîm'de yer alan İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan ilk ikisi şu şekildedir: "(Ey Muhammed)! Kitapta İdris 'e dair söylediklerimizi de an. Çünkü o, dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik" (Meryem, 19/56-57). İdris (a.s) hakkında nazil olan diğer iki ayet-i kerime şu anlamdadır: "(Ey Muhammed)! İsmail, İdris, Zü'l-kifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi" (el-Enbiya, 21 /85-86).
İdris (a.s) hakkında indirilen bu ayetlerden onun; peygamber, dosdoğru, yüce bir mevkie yükseltilmiş, sabırlı, Allah'ın rahmetine kavuşmuş ve iyilerden olmak gibi niteliklere sahip olduğu görülmektedir.
İdris (a.s)'e otuz sahife indirilmiştir. Rivayete göre, ilk defa yazı yazan ve elbise dikip giyen odur. Ondan önce insanlar, hayvan derisi giyerlerdi. Ayrıca üçyüz altmış sene ömür sürdüğü de söylenmektedir. İdris (a.s)'e göklerin sırları açılmış olup Allah Teala onu diri olarak göğe kaldırmıştır (Fif Abdu'l-Fettah Tabbar Me'al-Enbiya, l, 842).
Hz. NÛH (a.s)
Allah Teala'ya ibadeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesada uğrayan bir kavmi tevhid akidesine döndürmek için gönderilen peygamber. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nuh (a.s)'ın, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nuh (a.s)'ın kıssası, şu surelerde mufassal olarak ele alınmıştır: el-A'raf, Hûd, el-Müminûn, eş-Şuara, el-Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan, Nûh suresi.
Nûh (a.s), Adem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene sonra gönderilmiştir. Bu zaman zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teala'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
"Adem ile Nuh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslam üzere idiler" (İbn Sa'd et-Tabakatü'l-Kübra, Beyrut t.y, l, 42).
İbn Abbas (r.a)'ın hadisinde, İslam üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nuh (a.s) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas (r.a)'ın bu hadisi, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, tevhidden ilk sapma, Adem (a.s)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teala'ya şirk koşan bu putperest topluluk, aniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet ediyor ve salih alimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassasiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlarını zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibadet edip, şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilah olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilahlar edinerek, O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı suretler yapmakla da Allah Teala'nın azabına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) canlı bir şeye benzer bir suret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir suret yaparsa, Allah Teala ona kıyamet günü, yaptığı surete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır". Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklannızı diriltin bakalım" denilecektir" (Buharî, Libas, 89, 97).
Nuh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "..."Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler" (Nûh,7,1/23).
Allah Teala, ilahi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teala'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teala, elîm Cehennem azabından sakındırmalan için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkarcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, vurdumduymazlıklarına ve bütün aşırılıklanna rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azaba karşı korumak istemiştir. Allah Teala, Nuh (a.s)'ın, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Milletine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik" (Nuh, 71/1).
iyice azıtmış ve korkunç bir helakle cezalandırılmayı haketmiş bir topluluk olan Nuh kavmine, bu helakten kurtulmak için rahmanî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nuh (a.s), şirki bırakıp, tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: "...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilahınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum" dedi. (el-A'raf, 7/59); "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum" dedi. (Hûd, 11/25, 26); "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Sakınmaz mısınız"dedi. (el-Mü'minün, 23/23); "Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!" (Nûh, 71/2-4).
Nûh (a.s)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nuh (a.s)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup, toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nuh (a.s)'ın da karşısına çıkmış, Kureyşin ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu, sapıklıkla ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nuh (a.s) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; "Kavminin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler".
Nuh (a.s) merhametle onlara; "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben alemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vasıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?" dedi" (el-A'raf, 7/61-63).
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teala'nın, bir elçi gönderdiği zaman, onu hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nuh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teala'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: "Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz" (Hûd, 11/27); "Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" (el-Mü'minün, 23/24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan Mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz" (Hûd, 11/27); Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin" (el-Müminün, 23/25); "Bu putperestlerden önce Nuh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti" (el-Kamer, 54/9).
Zenginlik ve riyaset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hakim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nuh (a.s)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nuh (a.s)'a müracaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nuh (a.s) onlara kesin bir üslupla cevap vererek, gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile ortaya koymuştur: "Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım " (eş-Suara, 26/ 14-15).
Nuh (a.s), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslam'a çağırıyor, Cehennem azabından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor. Söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz" (Hûd, 11 /38).
Nuh (a.s), kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tabi olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teala tarafından gelecek olan büyük cezalardan korumak olduğunu bildiriyordu: Kardeşleri Nuh, onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin Rabbine aittir". Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum" (eş-Şuara, 26/106-110, 135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; "İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir" dediler" (eş-Şuara, 26/136). Buna rağmen O, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terketmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın" dediler" (eş-Şuara, 26/116).
Nuh (a.s), davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nuh (a.s) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hûd, 11/40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teala'ya meydan okurcasına Nuh (a.s)'a şöyle çıkışıyordu: Ey Nuh! "Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir" dediler" (Hûd 11 /32).
Onlar, Nuh (a.s)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrak edemiyorlardı. Nuh (a.s), belki düşünürler diye, azabın sahibinin kim olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz" (Hûd, 11/33-34).
Nuh (a.s), bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nuh (a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teala'ya havale etmekten başka çare bulamadı.
Allah Teala, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: "Nuh; Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar" dedi" (eş-Şuara, 26/117-118); Nuh; "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et" dedi" (el-Mü'minun, 23/26); "Oda; "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı" (el-Kamer, 54/10).
Allah Teala da ona, kavmini sularla helak edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: Nûh'a; "Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır" diye Allah tarafından vahyolundu" (Hûd, 11 /36-37),
Nuh (a.s), Cebrail (a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi bizde sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz" dedi" (Hûd, 11/36-39).
Taberî, Nûh (a.s)'ın, kavmini İslam'a davet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Aişe (r.anh)'dan rivayetle, Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: "Nuh kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka davet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek Şöyle diyorlardı: "Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nuh (a.s) da onlara; "yakında bileceksiniz" diyordu" (Taberî, Tarihul-Rasul vel-Mulük, Beyrut 1967, l, 180). Ve yine ona; "Nebiliği bırakıp, Marangozluğa mı başladın" diyerek eğleniyorlardı (a.g.e., l, 183).
Nuh (a.s)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a)'dan şöyle bir rivayet nakledilmektedir. "Geminin uzunluğu, Nuh'un babasının dedesinin (yani idris (a.s)) zıra'ıyla üç yüz zıra'; eni elli zıra'; yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî, a.g.e., l, 182).
Nuh (a.s), gemiyi inşa ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik" (el-Kamer, 54/13).
Nuh (a.s) bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teala'ya arzediyor ve onları bütün imkanlarını kullanarak şirkten nasıl vaz geçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikayet, edip, yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nuh (a.s)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı surede bu durum şöyle anlatılır: "Nûh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nuh, "Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular" dedi. İnsanlara; "sakın tanrılannızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/5-11,21-24, 26-27).
Allah Teala, bu kavme helaki umumi kıldığı gibi, Nuh (a.s) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller "Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir" diyorlardı" (Taberî, a.g.e., l, 182).
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zalimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teala'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teala, Nuh (a.s)'a Tufanın gelişini haber veren alamet olarak, tandır (tennûr)'dan suların kaynamasını göstermişti.
Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teala, ona her cins canlıdan birer çifti ve kendisine inananları gemiye bindirmesini vahyetti: Emrimiz gelip, tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir" dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hûd, 11 /40).
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivayetler vardır (Taberî, a.g.e, l, 187-189).
Nuh (a.s) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nuh (a.s) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kafirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nuh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı" (Hûd, 11/42-43).
Nuh (a.s), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teala'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetin! öğrenmek istemişti. Allah Teala, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yeğane ölçüsünün akide olduğunu; "Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" ayetiyle Nuh (a.s)'a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tufan, yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde bütün dünyayı sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti" (el-Kamer, 54/11-12).
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zalim bir topluluk, sonraki nesillere, inkarcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.
Allah Teala, inkarcı zalimler helak olduktan sonra, Tufanı sona erdirmiş ve inananların bulunduğu gemiyi selametle Cûdi dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; "Suyunu çek!" göğe; "Ey gök sen de tut!" denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu. "Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi" (Hûd, 11 /44).
Taberî'nin Resulullah (s.a.s)'e dayandırılan bir rivayetine göre Tufan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tufan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdi dağının üzerine oturmuştu. Nuh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e., 1,190). Bu gün, Aşure günü olarak o zamandan günümüze dek hatırasını sürdürmüştür.
Gemi, su üzerinde kaldığı altı ay boyunca dünyanın her tarafını dolaşmıştı. Allah Teala, Tufan esnasında
Adem (a.s) tarafından inşa edilen Mekke'deki Beytullah'ı yeryüzünden kaldırmıştı (Taberî, a.g.e., l, 185).
İnkar edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teala peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in" (Hûd, 11/48).
Nuh (a.s), gemiden indikten sonra, Semanîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).
Diğer bir rivayete göre de Nuh (a.s) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teala, gemiyi Mekkeye yöneltmiş;
gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hala bulunuyor olmalıdır. Allah Teala Kur'an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur" (el-Kamer, 54/ 15).
Nuh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nuh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ancak onun soyunu sürekli kıldık" (es-Saffat, 37/77). Resulullah (s.a.s) bu ayeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî, a.g.e., l, 192).
Tarihçiler; Şam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Maveraünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kamü fi't-Tarih, Beyrut 1979, l, 78).
Nuh (a.s)'in tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki biz Nuhu kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı" (el-Ankebut, 29/14). Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a)'ın görüşüne göre, Nuh (a.s) bin yedi yüz s |
|
 |
|